4 Kasım 2010 Perşembe

Yıkılan bir Duvar'dan fazlası / Good Bye Lenin

Yaşı uygun olanlar bundan 15 sene öncesini hatırlamaya çalışsın. Yıl 1995. Özel kanallar kurulalı 5 sene olmuştu. PC’ler daha yaygın değildi. İnternet çok kısıtlı bir kitle tarafından kullanılıyordu. Cep telefonu deseniz, ona sahip olmak büyük bir ayrıcalıktı. Bunun yanında alım gücü azdı. Enflasyon yüzde yüzden fazlaydı. Büyük alışveriş merkezleri bir elin parmağını geçmezdi. Birde günümüzü düşünün. Herkes uygun fiyata bilgisayar ve internet sahibi. Cep telefonu deseniz, doğmamış çocuklarda bile var. Onlarca alışveriş merkezi  2010 yılının göze çarpan özelliklerinden. Türkiye’nin tasvir ettiğim ilk resimden ikinci resime geçmesi için on seneden fazlası gerekti. Doğu Almanya içinse bu geçiş bir günden az sürdü. Duvarın yıkılması bizim için televizyonda bir günde çabucak olup bitmiş bir olayken, baş rol oyuncuları için nasıldı ? Cevabını bir anne-oğul ilişkisinden Lenin’i uğurlarken öğreniyoruz.

Duvar’ın yıkılması’nın diğer bir sürü tarihi olaydan farkı, canlı canlı görmemiz olmuştur. Gözümüzün önünde olmuş bitmiş bir olayı birde « diğerlerinin » gözünden izliyoruz bu sefer. Yokuluklar ülkesi Doğu Almanya’nın zenginlikler ülkesi Batı Almanya’yla buluşması « herkesin anlayacağı » biçimde anlatılıyor. Bir çamaşır deterjanı reklamı gibi Coca Cola'nın Burger King'in veya Ikea'nın gelmesinden öncesi ve sonrası gösterilerek, yaşanan değişim "aradaki farkı kendi gözlerinizle görün" der edasıyla sunuluyor. Bu tanıdık markalar sayesinede « cola gibi temel ihtiyaçların » olmadığı ve olduğu dünyayı kolaylıkla gözümüzde canlanıyor.

Ama filmimiz yokluktan varlığa geçiş hikayesi değil. Hikaye yokluktan varlığa geçişte insanların değişimleri üzerine kurulu.  Bu tür filmlerde kullanılan karakterler çok güçlü olmalı ki bu filmde kesinlikle durum böyle değil. Kağıt üstünde seçilen karakterler ne kadar doğru gözükse de oyunculuğa bu yansımamış durumda. Hele ki baş roldeki Daniel Brühl… Seks yaparken, annesi öldüğünde, ot içerken, çalışırken, porno izlerken, birkaç kaş ve dudak hareketi dışında,  surat ifadesinde bir değişiklik yok. Almanlar soğuk insanlardır, pornoyla ölüme aynı tepki verirler diyicem ama Moritz Bleibtreu performansını izlemiş biri olarak bunu söylemem zor. Sadece Daniel Brühl’ü suçlamakta yanlış olur. Senaryo’daki Alex karakterinde oturmamış olan « şeyler » var. 

Bir anne çocuğunu polislerin yakalayıp götürdüğü anda kalp krizi geçiriyor. Hem de öyle herhangi bir nedenden değil. Sonuna kadar bağlı olduğu düzene karşı yapılan yürüyüşe katılması yüzünden. Ve tam yere düşerken anneyle oğul gözgöze geliyor. Çocuk kendini suçlu hissediyor haliylen. Göz altından çıkar çıkmaz hastaneye gidiyor ve öğreniyor ki annesi komada. Şu ana kadar olan kısmın bir türk filminden farkı yok aslında. Devam eden günlerde çocuk annesinin başından ayrılmıyor. Hatta başında duramadığı zamanlarda sesini kaydedip, kasetçalar sayesinde annesiyle konuşuyor. Buraya kadar herşey makul ve anlaşılır. Vicdan azabıyla kıvranan oğul, dünyada herşeyden daha çok sevdiği annesiyle hayatından fedakarlık edicek bir biçimde ilgileniyor. Ama « tutarsızlıklar » dönemi bundan sonra başlıyor.

Bir oğul annesi için ne kadar fedakarlık yapabilir ? Ya da gerçekten yaptığı fedakarlık mıdır ? Filmi izleyip, bitirdikten sonra kendime sorduğum sorular işte bunlardı. Ama film bana tutarlı cevaplar veremedi. Alex’in annesi Christiane komadan kalktıktan sonra doktor Alex’e annesinin hayati tehlikeyi atlatamadığını, en ufak bir heyecanlanma sonucu tekrar kalp krizi geçirebileceğini ve annesi için en iyisinin hastanede kalmaya devam etmesi gerektiğini söylüyor. Christiane’ın hayatı pahasına bağlı olduğu ülkesinin parçalandığını görmekten büyük bir heyecan olması imkansız heralde. Buraya kadar da herşey normal. Bu andan itibaren Alex annesini daha iyi bakılabilmesi için evine götürülmesi gerektiğini söylüyor. Ablasının « burda daha iyi bakarlar » uyarısına rağmen, « hastanede rejimin yıkıldığını öğrenebilir » korkusuyla, annenin eve götürülme konusunda ısrarcı oluyor Alex.  Şimdi hangi oğul annesini, her an kalp krizi gerçirebilecek biri aynı zamanda, hastaneden alıp eve götürmeyi teklif eder ? Duvarın yıkıldığını birinden duyma olasılığını, annesini odada yalnız konaklatarak çözme yoluna neden gitmez ? Senaristlerin « konuya uydururken » yaptığı mantıksızlıkları görmek beni sinir ediyor açıkçası. Annenin hastanede kalması en mantıklısıydı ama annesi ölürkende, kitap okurkende suratı aynı olan oğul onu eve götürmeye karar veriyor. Bu saçmalık bir !

Ondan sonra olaylar mizahi bir şekilde gelişiyor. Oğul binbir güçlükle annesini eski Doğu Almanya’nın yaşadığına inandırmaya çalışıyor. Genelde gülüyoruz tabi bu sahnelerde. Her ne kadar filmin en ilgi çekici bölümleri, Alex’in turşu araması, coca cola üzerine çakma haber hazırlaması,… olasada daha önce denenmiş ve tutmuş işlerin bir kopyası olduğu gerçeğini değiştirmiyor.  La vita è bella’da Roberto Benigni’nin oğluna herşeyin yolunda olduğunu « herşey oyunmuş gibi » sunması ve Roseanna's Grave filminde ölmekte olan karısının istediği mezar yerini tutabilmek için uğraş veren Jean Reno’nun yaptıklarıyla Good Bye Lenin’de Alex’in yaptıkları arasında pek bir fark yok. Mükemmel örneklerden kopyalandığına inandığım bu senaryo gidişat bakımından mantıksızlıklar taşıyor. Doktor annenin heyecanlanmaması gerektiğini söylüyor. Ama anne bu andan itibaren bir tane daha torunu doğacağını, Coca Cola’nın Doğu Alman buluşu olduğunu, Batı Almanya’nın yıkılmaya başladığını ve bunun gibi bir sürü olağanüstü olay yaşıyor yada görüyor. Ama abla sapasağlam tabikii. Filmin sonuna doğru  « anne gitti bari mutlu gitsin diğer tarafa » fikri mantıklı gelsede, ondan önce söylenen onlarca heyecanlandıracak olayın yok sayılması ve sadece « Almanya’nın birleştiği fikri » öldürür üzerine yazılmış bir senaryoyu, en azından bu açıdan, beğenmem mümkün değil.

Belki şaşıracaksınız ama ben filmi beğendim. Hem de bu kadar eleştirmeme rağmen. Beğendiğim çünkü duvar yıkıldıktan sonra olan olayların insanlar üzerinde olan etkileri çok güzel yansıtılmış. Hatta sadece yansıtılmaklada kalmamış, aynı zamanda, duvarın yıkılışında « Doğu insanları cenneti buldu » fikrine ağır bir eleştiri getirmiş. 

Özellikle herşeyden mahrum doğulularla, herşeyi abartılı yaşayan, salonun ortasına solaryum makinası koyucak kadar, batılıların karşılaşması en iyi Rainer ve Ariane çifti üzerinden görülebiliyor. Ariane’nın tipik bir kapitalist gencine gönlünü kaptırması, doğunun batıya hemen başlayan aşkını temsil ediyor. Alex ve annesinin yaşadıklarıda yine incelenmesi gereken sahnelerden. Alex’in sınırı geçer geçmez ilk karşılaştığı « olay » bir sex shop. Ondan sonra zaten batının bütün kuralsız dünyasını batılı « anlamda » eğlenerek keşfediyor. Kuralsız kavramı önemini doğunun sert yapısından alıyor. Filmin başında daha fazla özgürlük için yürüyen topluluk artık özgürlüğün tam kucağında olduğu fikrini kabul etmesi çokta zor olmuyor. 

Filmde yer yer, gerçekten olan kutlama sahnelerine yer verilmiş. Bu sahnelerin şaşırtan yanı ,ilk önce, yaşananların gerçek olması, sonrasındaysa, birkaç ay öncesinde bireyi oldukları toplumu ve onun kurallarını bu kadar çabuk bırakıp, yeni düzene istekli ve hızlı bir biçimde ayak uydurmasıdır. Nasıl olurda, bir kaç ay önce sonuna kadar savunduğun değerleri, bayrağını, paranı, ülkeni, bu kadar kısa sürede değiştirisin. İnsanın ayak uydurma yeteneğinin bu kadar güçlü olması korkutucu değil mi ? 

Bir de iki simgesel karakter var. Bir kozmonot ve bir öğretmen. İkiside toplumun en saygıdeğer kişilerinden. Biri ulusal kahraman, diğeri saygıdeğer bir memur. Bir gün duvar yıkılıyor. Biri taksi şöförü oluyor, diğeri alkolik. Bir zamanın en değerlisi, başka bir zamanın en sıradanı oluyor. Değişim sonrası kişilerin toplum gözündeki değerlerinin değişmesi kaçınılmazdır. Ama bunun bir anda olması, bir çok insanı boşlukta bırakıyor gibi duruyor. Bu sanki « Tanrı yok » demek gibi. O ana kadar Tanrı’larına inanan milyonlarca insanın « boşuna » uğraşmları gibi. Belkide Alex’in eski doğu alman marklarını teker teker yırtması durumu en iyi anlatan sahnedir.

 Bir duvar yıkıldı. Bir çok insan mutlu oldu ve bir kısmıda mutsuz. İşin ilginç kısmı bütün olayların olup bitmesi bir duvarın yıkılması kadar hızlı oldu. Bu hızlı değişim, kötü oyunculuğa rağmen başarıyla gösterilmiş Good Bye Lenin’de. Yapılan eleştirilerde gerçekten insanı düşündürüyor. Yıkılanın sadece duvar olmadığını ve her açılan yolun "iyiye" gitmediğini anlatıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder